sanki dün gibi…
Fernand Braudel’in aktardığı şekliyle Doğu Akdeniz ve Ortadoğunun en eski tarihi (Bellek ve Akdeniz, Les Mémoires de la Mediterranée: Préhistoire et Antiquité, 1969 da yazıldı, 1998de ilk baskısı yapıldı) sorular ve (arada sırada bulunmayan) cevaplar, olasılıklar, önermeler ve başka soru işaretleri ile ilerliyor. 16. Yüzyılın aksine (F. Braudel, La Méditerranée et le Monde Méditerranéen a l’époque de Philippe II, 1949) yazılı belgenin bulunmadığı tarihöncesine ve biraz da sonrasına bakarken arkeolojiden, ve bir onun kadar coğrafya, yerbilim ve iklimbilimden faydalanan yazar, maddi ve sosyal geçmişin nasıl şekillendiğini anlamamıza büyük katkı sağlıyor.
Bir tarihçi için insan yapısı nesnelere, bunların dolaşımına ve işaret ettiklerine (sanata) bakarak sorular sormak, aslında kafasında canlandırdığı olası ilişkilerin, öykülerin, yaşamların, yani kısacası inşa ettiği geçmiş dünyanın gerçekliğine olan inancından mı kaynaklanıyor? Yani, bu soruların cevabını içten içe biliyor diyebilir miyiz? Veya yakın gelecekte farklı buluntular yoluyla haklı çıkacağına mı inanıyor? Braudel bu soruları/önermeleri canlandırırken bir yandan da Akdeniz ve çevresinde izlediği süreklilik gösteren formlara bakıyor. İklimin, bitkilerin, coğrafyanın süreklilik arzettiğini düşünürken, tarımın, metalurjinin, ticaretin, denizciliğin ve teknelerin, yemeklerin ve en önemlisi dillerin bugüne nasıl uzandığını takip etmek kolay olmasa da arada bir beliren işaretler tarihçiye cesaret veriyor olmalı. Ortada bir ‘orijin’ hikayesi olmasa da uygarlık anlatısı farklı yaşamları bir tutkal gibi birbirine bağlayabiliyor. Kitabın ilk bölümü, yani yaklaşık İÖ 8. Yüzyıla kadar Ortadoğuyu, Mezopotamyayı, Mısır’ı, Anadolu ve Ege’yi, Yunanistanı ve biraz da ‘geniş Akdeniz’ olarak Kafkaslar’ı ve İran’ı içine alan bu tarih anlatısı Türkiye’de yaşayan herkesi biraz heyecanlandırmalı diye düşünüyor insan.
Meraklı bir okur ve amatör bir tarihçi gibi geçmişe bakan kişiyi ise çeşitli tuzaklar bekliyor. İklimin ve coğrafyanın getirdiği biraz rahat ve duygu dolu ruh hali ile Akdeniz (ve dünya!) medeniyetinin kaynağında yaşadığını düşünen birisi için bugün etrafa bakıp halüsinasyonlar görmek oldukça mümkün. Bir yandan günlük yaşamın ‘süreklilikler’ sonucu bugüne ulaşan(!) motifleri, diğer yandan ‘tekerrür eden’ tarih; göçler, isyanlar, despotizmler ve diğer kitlesel fenomenler, meraklı-amatör’ün havsalasını yokluyor. ‘Yüzü geçmişe dönük melek’ gibi (Klee-Benjamin) ölüleri diriltip geçmişi bir bütün haline getirmeye çalışmasa da, bu meraklı okur denize, ovalara, dağlara, bitkilere ve güneşe (ve arkeolojik buluntulara) bakıp bir an için sanki bütün ritimleri anlar gibi olabiliyor. Hele bu kişinin yaşı ile beraber zaman algısı da sündürülmüş ise, dönemsel olguların 10, 20, 50 yıl vb. gibi sürelerle birbirine eklenerek yakın zamana uzanması, yani bireysel zamanın sosyal ve tarihsel zamana karışması işten bile değil. İşin bu kısmı sinema, roman, biraz müzik, mutfak sanatları, Kimmeryalı Conan ve diğer kurgusal yapılar için oldukça verimli. Bu durumu biraz da tek bir kitapta, tarih de dahil beşeri bilimlerin tamamını ve yaşamın anlamını bulduğunu varsayan semavi dinlerin inananlarının içinde bulunduğu ruh haline benzetebiliriz. Zaten cennet de Akdeniz’in (bazı) kıyılarına benziyor olabilir.
Peki yaklaşık İÖ 1200 civarındaki kuraklık ile başlayan ve Braudel’e göre 500 yıl kadar süren ‘karanlık çağ’ı; kıtlığı, göçleri ve sefaleti okurken bugün Akdeniz’i doğudan batıya veya güneyden kuzeye aşmaya çalışan mültecileri, yerinden yurdundan olanları, denizlerde boğulanları aklımıza getirmeyecek miyiz? Veya bugün Anadolu’nun her yerinde dağları ve tepeleri düzleyen, ormanları altüst eden taş ocaklarına, madenlere ve bunların karşısında bağrı yanan köylülere bakarken Neolitik Çatalhöyük’te bulunan obsidyeni düşünmeyecek miyiz? ‘En yeni’ taş devri asfalt ve beton ile mi karışıyor? Ya da Diyarbakır’ın bakırı ve Lidya’nın altını üç bin yıl önce Mısır’a doğru yola çıkmışken Alamos Gold’u, Koza Altın’ı, Bergama’yı, Ovacık’ı, Havran’ı, Eşme’yi, Kaz Dağları’nı, siyanür havuzlarını ne yapacağız? Eğer bugüne kadar süreklilik arz eden en gerçek şey ‘mücadele’ ise geçmişe baktığımızda Walter Benjamin’in dediği gibi tarihin tekil anlarda beliren ‘imge’sine; felakete, kıyımlara, savaşa, esarete ve devrimlere mi sarılmamız gerek? Bizi aydınlatan şey sınıf mücadelelerinin tarihi, iktidar ve baskı mekanizmalarının geçmişi, isyanlar ve yok oluşların anlatısı mıdır?
Tarihsel Materyalizm ve ‘maddi kültürün tarihi’ (history of material culture) birbirleri ile tam olarak ayrışmasa da farklı diyalektik yaklaşımları gerektiriyor. Bu bakımdan Braudel’in yaptığı gibi maddi kültürü araştıran tarihçinin, yazılı metinlere bakarken de bir arkeolog gibi çalıştığını, günlük yaşamın nesnelerinin, tarım rejimlerinin, teknolojilerin, ekonomik yapıların, ticari dolaşımın ve sermaye birikiminin bir rekonstrüksiyonunu yaptığını düşünebiliriz. Fiziksel çevre, iklim ve doğa koşullarının birincil olarak etkilediği bu alanlarda tarih yazımı, muktedirleri bir ölçüde anlatının dışında bırakabiliyor. Braudel’e göre tarihin bu ‘yavaş yürüyüş’ü (slow march of history) toplumların farklı kesimlerini, sesi çıkmayanlar’ı tarihsel özne olarak öyküye dahil ediyor. Belki de kitabın ismindeki bellek (ve hatırlama), tarihi yazdığı varsayılan muzaffer fatihleri ve dolayısıyla ‘tarihselcilik’i (historicism) dışlamak için bir işaret diye düşünüyor insan.
Bugün Doğu Akdeniz’de başlayan bu uygarlık öyküsünün sonuna yaklaştığımızı gösteren emareler, mahşer gününe az kaldığını belirten işaretler yok mu? Braudel kitapta (1969) en az birkaç kere iklim değişikliğinden bahsediyor ise de bunun Akdeniz havzasındaki dönemsel anomalilere karşılık geldiğini düşünebiliriz. Bunların yol açtığı altüst oluşlar ise hepimizi yakından ilgilendiriyor. İnsan marifetiyle kökten dönüştürülen yerküre/atmosfer/biyosfer çağına (antroposen) bir tarihçi nasıl bakabilir? Endüstriyel devrimi, kapitalizmi ve her türlü ilerleme mitini okyanuslarda ve atmosferde ölçebilir miyiz? Acaba antroposenin izini, bazı yazarların (Timothy Morton) yaptığı gibi ‘Neolitik Devrim’e, yani yerleşik düzenin, tarımın ve üretim fazlasının başlangıcına doğru mu sürmek gerekir? Eğer ‘derin tarih’ (deep history) bugün fosil yakıt olarak gün yüzüne çıkıyorsa tarihi ve doğa bilimlerini birbirinden ayırmak mümkün mü? Veya sermaye birikiminin temelinde yatan dışsallıklar (externalities) yoluyla binlerce yılın sonunda uygarlık fikrinin gırtlağına kadar borca battığını söyleyemez miyiz? Biyosferin de bir tarihsel özne olacağını düşünmemiz gerekmiyor mu?
Farklı yollardan dolaşıp tekrar Walter Benjamin’e atıfla söylemek gerekir: Yaklaşan kıyamet (altıncı yokoluş) tarihi, tarihöncesini ve organik yaşamın tümünü birbirine katarak ilerliyor. Daha önce örneğine şahit olmadığımız bu kataklizmik ‘an’ evrimin ve tarihin yavaş yürüyüşünü altederek hızla yaklaşıyor…
mayıs 2021