İYİ ÇALIŞMALAR…*

Bu yazı bir tesadüf sonucu 16 Eylül 2000’de yazıldı, yani istanbul metrosunun açıldığı gün. Yedi yılda yedi kilometre: Taksim’den 4. Levent’e 12 dakikada. Gelişmiş dünya kentlerinden 100 yıllık bir gecikme ile gelen bu güdük yenilik, Türkiye’de otoritenin her konudaki halkçı yaklaşımlarından sadece birini temsil ediyor.

previous arrow
1
2
3
4
5
next arrow

Üçüncü dünyanın geri kalanı ile birlikte motorlu taşıtların (ve hareketli özel mülkiyetin) yayalardan ve biz sıradan insanlardan daha fazla saygı ve itibar gördüğü ülkemizde, toplutaşımın ve özellikle de demiryollarının başka (ve köhnemiş) bir yönetim biçimine yakıştığı bizlere yakın geçmişte hatırlatılmıştı. Ama bu yönetim biçiminden bize doğru gelen radyasyon çayları etkilememişti. Kent içi ulaşımın ayaküstü çözümlerle geçiştirildiği İstanbul, 1950’lerin takviyeli Amerikan steyşınlarından bugünkü minibüslere kadar bir dizi müteharrik makinayı eskitti.

Eskiyen minibüsleri jilet yaparlar mı bilinmez ama, bu toplutaşım aracının dünya şehircilik literatürüne milli katkımız olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda geçirdiği evrim içinde, minibüsler bize özgü modernitenin metaforu olmaya aday. Genellikle önü kalkık, arkası basık, bir tarafa yatmış, kapısı her zaman açık, rot ayarı kaymış bir yengeç gibi seğirten bu aracın içinde ayakta seyahat eden bizlerin ise boynu her daim bükülmüş, otoritenin karşısındaymış gibi. Belirli aralıklarla bir nizam göstergesi olarak renkleri ‘ayarlanan’ bu trafik anarşistlerinin Beşiktaş’tan başlayıp Sarıyer’de biten 80 km/saat’lik yolculuk güzergahında ise yeni bir kent yükseliyor, dikey atılımlı ve 9 şiddetinde depreme dayanıklı.

Kapitalizmin belleğini, durmak bilmeyen enerjisini ve çaresizliğini cisimleştiren metropol New York gibi görünüyor. John Berger’a göre kapitalizmin tarihinde Manhattan, aşırı beklentileri yüzünden lanetlenmiş olanlara ayrılan adadır. Her ne kadar New York’un yirminci yüzyılda biçimlenen halinden bahsediyorsak da, 1913’de yapılan Woolworth, ondan biraz önceki Singer binası, 1930-40 arası Empire State ve Chrysler, ve nihayet Rockefeller Center ile oluşturulan gelenek, 1950’den bu yana sermayenin yeni kalelerinin de o bilindik siluete eklemlenmesini kolaylaştırıyor. Bu anlamda New York nadide bir örnektir. Öte yandan İstanbul gibi bir kenti Abu Dhabi veya Hong Kong ile karıştıranlar derin bir aymazlık içindeler. Dünyanın yeni yetme sermayesinin şımarıkça harcayıp sıfırdan inşa ettiği (hafızasız) kentin orta/dikey merkezinin (bir çeşit ‘downtown’) bir ‘kentsel felaket’e karşılık geldiğini görmek için uzman olmak gerekmiyor. Örnekleri Orta ve Uzakdoğu, ve ABD’de görülen, Almanya’dan da Frankfurt’u ekleyebileceğimiz bu eklektik gövde gösterisi, İstanbul’da katmerlenmiş olarak karşımıza çıkıyor, oteliyle, gök’üyle, kafes’iyle, ve diğerleriyle. Türkiye’nin kabına sığamayan özel sermayesine bir oyun alanı gibi sunulan İstanbul’un arka bahçesinde abi/kardeş, ikiz-ikiz, fallik fallik yükselen ‘corporate’ dünya, bir yandan bayrak sevgisini çarşaf çarşaf haykırırken, yanından hızla geçen kaportası göçmüş modernliğimiz karşısında şöyle der gibi: “Herşey benden yana, çarpışırsak duman olursun…”

* 2000 yılından bir banka reklam sloganı