Arkhe, ilk olan’ı, temel’i vurgular, esasa referans verir. Arşiv bu prensipleri kollarken farkında olmadan kendini açabilir, otoriteyi bazen elinden kaçırır. Arkeoloji ise sesi olmayan objeleri dillendirir, anıtlarla ilgilenirken aslında maddesel bir geçmişi diğer yerel tarihlerle beraber toprak üstüne çıkarır. Öte yandan belgelerden anıtsal söylemler vücuda getirmek tarihyazımının işi olmasa gerektir. Destansı mitler anıtlar gibi önümüzde durur, farklı öykülere ve öznenin kendi anlatısına fırsat vermezler. Troya’daki höyükte savaşın kalıntılarını aramak hayal gücümüze ket vurur, İlyada’nın kör ozanını gözden düşürür. Benjamin’in dediği gibi, geçmişi yorumlamak onu olduğu gibi görmek değil, bir tehlike anında hafızaya sahip çıkılmasıdır. Bu da ‘şimdi’ye ait bir edimdir. Yani tarih, sonsuzdan gelip sonsuza doğru giden ‘boş bir süre’yi dolduran şey değil, yaşadığımız bu ana sıkı sıkıya bağlı bir kolektif hafızadır. Buna rağmen savaşı (devrimler gibi) tarih içindeki tekil dönüm noktaları, dönemleri açıp kapayan eşikler olarak tahayyül etmek tehlikeyi görünmez kılar, yıkımın acısını milli davalara havale edip hafifletir. Tarihyazımı, ayrık kompartmanlar halinde ele aldığı savaşları sebep-sonuç ilişkileri içinde anlatmaya, istatistiklere, ölmüşleri ve her anlamda yaralanmışları sayılara göndermeye meyillidir. Destanlar aracılığı ile geçmiş savaşı bugüne yakınlaştırmak, kitleleri teyakkuz haline sokup hiç bitmeyen ‘acil durum’lar yaratır, düşmanlıkları körükler. Arşiv, eğer savaşan bireyin tekil hissiyatını açığa çıkarabilirse barışa katkı sunabilir, savaşan öznelerin sözcülüğüne soyunanlar ise muktedirlerdir. Topyekun savaş halindeki küresel ahvalde bugün ‘barış’ havada asılı duran ne idüğü belirsiz boş bir kavram değil, herşeyden önce, toplumsal barıştır. 2015